Kış aylarında evimizin en kıymetli eşyalarından biri de mantızdı. Bu mantızı akşam hava soğuyunca evimizin önündeki küçük avluda yakar, kömür iyice yanıp zehri gidince odamıza alırdık. Şimdi düşünüyorum da evimizdeki mantızın ne kadar çok işlevi varmış… Gaz ocağında pişmiş yemeği ısıtmak, çay demlemek ve kahve pişirmek. Kestaneleri kömür maşasıyla közün üstüne koymak. Bazı zamanlarda da yıkanmak için çinko helkedeki suyu ısıtmak için kullanırdık. Mantız tüm bu işlevleri az bir kömürle yaparken, odamızı da sıcacık hale getirirdi. O zamanın Çingeneleri sanat değeri olan köz maşası yaparlardı. Bu maşanın boyu mangal maşasının yarısı kadar olup, en küçük köz parçasını tutacak kadar maharetli olurdu.
Bu köz maşalarını mahallemizin bir ucunda toplu halde yaşayan Çingene yurttaşlarımız yapardı. Bu yurttaşlarımız sadece maşa yapmakla kalmaz, mahallenin uygun yerine bir miktar kömürü körük yardımıyla yakarak bakır kapları kalaylarlardı. Düğünlerde davul zurna çalmanın yanında sünnet de yaparlardı. Biz üç kardeşin sünnetlerini esmer derili bu Çingenelerden biri yapmıştı.
Evet. O yıllarda aşağıladığımız bu Çingeneler olmasa bakır kaplarımızı kalaylatacak, sünneti yapacak, düğünlerimizi şenlendirecek, sepetlerimizi örecek, eski giysilerimizi alarak karşılığında kap kacak veren bulamayacaktık.
80’lı yıllar olmalı:
Bir gün oturduğumuz evin önünden geçen eski giysi alan bir Çingene kadına eşim iki üç eski pantolonumu vermiş, karşılığında da plastik ev gereci almış.
Ben, eskiye gidecek pantolonlarımın fermuarını söker, o fermuarı yeni diktireceğim pantolona taktırırdım. “YKK” markalı Japon ürünü bu fermuarlar çok sağlam olduğu gibi her zaman da bulunmazdı. Eşim fermuarsız pantolonlar karşılığında aldığı plastik gereçleri eve götürürken eskici kadın pantolonların fermuarsız olduğunu görmüş, bizim hanıma, “Hanım hanım! A be hiç utanmassın, farmaarsız verirsin patolonu” demiş.
Aradan altmış yıl kadar geçmesine (1960’lı yıllar) rağmen hâlâ Çingeneler müzik aletlerini çalarak düğün ve nişan gibi etkinlikleri şenlendiriyor, tarihe karışmak üzere olan bakır kapları kalaylıyor, kebap şişi ve kömür maşası yapıp, satarak geçimlerini bu yolla sağlıyorlar.
Türkiye’de yaklaşık 600,000 Türk Çingenesi yaşıyor.
Çingeneler başka milletler gibi geleceğe yatırım yapmak yerine her günü (bazen aç bazen tok olmak üzere) doya doya yaşıyorlar.
11-12 yaşlarında olmalıyım:
Bir gün, anam elindeki maşayla mantızın içindeki közleri karıştırırken, ablama kızıp elindeki maşayı ablama fırlatmıştı. Ben de tam kavganın üzerine eve gelmiştim. Maşa ablama isabet etmemişti. Ben, bu maşa nereye gitti diye sağa sola bakarken, annem ve ablamla göz göze geldik. İkisi de gözlerini fal taşı gibi açmış, başımın üst kısmına bakıyorlardı. Ben de gözlerimi yukarıya, yani başımın üstünü görmek için kaydırdım, ancak başımın üstünü göremedim. Meğer maşa benim başıma isabet etmiş, saplandığı yerde kan akıtarak öylece duruyormuş. Anam, içinde bulunduğu o korkunç ortamdan sıyrılıp kendine gelmiş ablama, “Suzan! Suzan! Berber Niyazi’yi çağır! Çabuk ol! Çabuk! Çabuk!” demişti. Ben, annemin bu telaşına şaşırmış, etrafa bakarak maşayı arıyordum. Evimizin hemen yanı başında berberlik yapan Berber Niyazi birkaç dakika sonra evimize geldi. Gelmesiyle birlikte benim durumumu gördü. Geldiği gibi dükkânına geri gitti. Birtakım aletlerle tekrar geri gelerek başıma saplanmış köz maşasını saplandığı yerden çıkardı. Şimdi düşünüyorum da ölmediğime gerçekten şaşıyorum!
Evet, eskiden Çingene komşularımız çok güzel sanat değeri olan, kafaya saplansa da insanı öldürmeyen köz maşaları yapardı. Şimdi özlüyorum o Çingeneleri…